Sayfalar

18 Mayıs 2012 Cuma

İstanbul - Hatıralar ve Şehir - Orhan Pamuk

Özellikle tatilde ve yolculuklarda kitap okumayı ayrı bir severim. Uzun tatillerde orta boylarda bir çantayı sadece yanıma alacağım kitaplar için ayırırım. 
Safranbolu turu çok kısa olduğundan ve genelde tempolu bir hareket içinde olacağımızdan, yanıma alacağım kitapta bayağı kararsız kaldım. Masumiyet Müzesi bitmek üzereydi -son 100 sayfa kadar kaldı:)-, ayrıca boyutundan ve kalınlığından dolayı çantamda taşıması zor olur diye, bitirmeyi dönüşe bıraktım.
Geçen yaz adada başladığım ve çok severek okuduğum ancak bitmesine çeyrek kala araya başka kitapların girdiği İstanbul'u yanıma aldım ve nihayet bitirdim:)





İSTANBUL
Hatıralar ve Şehir
Yazarı: Orhan Pamuk
Yayın Hakları: Yapı Kredi Yayınları
-         14.Baskı: İst., Ocak 2007 (92.001-95.000 adet)
-         344 sayfa

Kitaptan Alıntılar;

        * Bilmediğim bir kelime kattı hayatımaJ Yalınkat: Tek katı olan. sağlam olmayan, dayanıksız, basit, derinliği olmayan, üstünkörü.
        
* Nişantaşı semti adını, on sekizinci yüzyılın sonuyla ok dokuzuncu yüzyılın başında reformcu ve Batılılaşmacı padişahların ( 3. Selim, 2. Mahmut) spor olsun, keyif olsun diye boş tepelere nişanladıkları okların düştüğü, bazen da tüfekle vurdukları boş testilerin kırıldığı yeri işaretlemek için dikilen (üzerinde de olayı anlatan iki mısra yazılan) taşlardan alıyordu.

* Yaratıcısı Hergé çizsin diye çocukluğumda uzun yıllar beklediğim Tenten’in İstanbul macerası hiç çizilmedi, ama ilk Tenten filmi İstanbul’da çekildi. 1962’de çekilen bu başarısız filmin kimi karelerinin resimleştirilmesiyle ve diğer bir korsan yayımcının ürettiği Tenten İstanbul’da diye siyah beyaz bir macera vardır.

* Boğaziçi Anıları adlı kitabında bu yalıların eski fotoğraflarını, Melling gibi ressamlarda yapılmış gravürlerini, planlarını toplayan Sedad Hakkı Eldem…

* Boğaziçi Mehtapları ve Boğaziçi Yalıları – Abdülhak Şinasi Hisar

* Benim  çocukluğumda, günün yeni zenginleri, yavaş yavaş palazlanmaya başlayan İstanbullu burjuvalar için Boğaz yalıları çekici yerler değildi hiç. Eski Boğaz yalıları, poyraza ve kış soğuğuna karşı korunaklı da değildiler ve ısıtmaları bile zor ve masraflıydı. Cumhuriyey döneminin yeni zenginleri Osmanlı paşaları kadar güçlü olmadıkları için ve Taksim çevresindeki semtlerde, uzaktan Boğaz’a bakan apartman katlarında otururlarsa kendilerini daha Batılılaşmış hissedecekleri için Boğaz yalılarını iktidardan uzaklaşmış Osmanlı ailelerinden, fakir düşmüş paşa çocuklarından, A.Ş Hisar gibilerinin akrabalarından satın almadılar. Böylece şehrin hızla büyüdüğü 1970’lere kadar, Boğaz’ın büyük ahşap konaklarının ve yalılarının çoğu, içlerindeki deli saraylılar, birbirilerini mal, mülk paylaşımı yüzünden dava eden paşa torunlarıyla birlikte, kimi zaman kat kat, hatta oda oda bölünüp kiraya verilerek, bakımsızlıktan çürüyerek, boyaları dökülüp ahşapları soğuk ve nemden karararak ve yerlerine bir apartman yapılma umuduyla sinsice yıkılarak benim çocukluğumda yok olup gittiler.

* İstanbul ve Boğaz Kıyılarına Pitoresk Seyahat - Antonie Ignace Melling

* Bu dörtlük kitaptan değil, ancak kitapta Şevket Rado’dan bahsedince netten bulduğum bir şiiri.
   Ya her şeyim ya hiçim
   Sorma dünyam ne biçim
   Bir kördüğüm ki içim
   Çözdükçe dolaşıyor
                          Şevket Rado

* Yıkılmış büyük imparatorluklardan geriye kalan büyük Batı şehirlerinde
Olduğu gibi tarihi anıtlar bir müzedeki gibi korunup, gururla övünülen ve sergilenen şeyler değildir İstanbul’da. Onlar arasında yalnızca yaşanır. Kimi Batılı seyahatname yazarlarının, gezginlerin çok hoşuna giden bir şeydir bu. Ama şehrin duyargaları hassas sakinleri için geçmişin gücünün ve zenginliğinin o kültürle birlikte çekip gittiğini, bugünün geçmişle kıyaslanamayacak kadar yoksul ve kafası karışık olduğunu hatırlatır. Kirin, tozun, çamurun içinde bakımsızlıklarıyla ‘çevreye uymuş’ bu yapılar, tıpkı çocukluğumda her biri teker teker yanan konaklar gibi onlarla gururlanma zevki de bırakmaz geriye.
         Bu duygu, 1867’de İsviçre’deyken Dostoyevski’nin Cenevrelilerin şehirlerini çok sevmelerini anlayamamasına benzetilebilir. ‘En basit şeylere, hatta sokaktaki direklere bile çok güzel ve şahane şeylermiş gibi bakıyorlar’ diye öfkelenir Batı’ya öfkeli milliyetçi Dostoyevski yazdığı bir mektupta. Cenevreliler basit bir adres tarifi yaparken bile ‘O şahane ve çok zarif bronz çeşmeyi geçtikten sonra’ diyerek içinde yaşadıkları tarihsel çevreyle gururlanırlar. Oysa benzeri durumda ‘Şu kör çeşmeden dön, yangın yeri boyunca sokaktan yürü,’ derdi bir İstanbullu, ayrıca bu yabancının bu yoksul sokaklarda göreceği şeylerden de huzursuz olarak. Gelişigüzel bir örnek, ileride sözünü edeceğim en büyük İstanbul yazarlarından birinin, Ahmet Rasim’in Bedia ve Güzel Eleni adlı hikayesinden alınabilir: ‘İbrahim Paşa Hamamı’nı geçin. Biraz daha ilerleyin. Sağ tarafınızda sokak başındaki yıkıntıya (hamam) bakan köhne bir ev görürsünüz.’

         * Hayatın hüzünlü bir izdüşümü, şair için, hayatın kendisinden çekicidir.

         * Edgar Allan Poe, ‘Kompoziyonun Felsefesi’ adlı ünlü yazısında ‘Kuzgun’ adlı şiirini kurarken ilk kaygılarından birinin tonu ‘melankolik’ ola n bir şiir yazmak olduğunu söyler. Poe, Coleridge’den devraldığı aynı soğukkanlı mantıkla, en melankolik konunun da ölüm olduğuna karar verir. Daha sonra melankolik ölüm konusunun ne zaman şiirsel olacağını kendi kendine sorar. ‘Güzellik ile en yakından ilişkilendiği zaman!’ diye bu soruyu da bir mühendis mantığıyla cevaplayan Poe bu yüzden şiirinin kalbine ölmüş çok güzel bir kız yerleştirdiğini anlatır.

         * 1950’lerin sonunda İstanbul’un nüfusu bir milyon civarındaydı.

         * Muharrir, Şair, Edip – Ahmet Rasim

         * Şehir Mektupları – Ahmet Rasim

         * İstanbul gazetecelik tarihinin en eğlenceli sayfalarını yazan gizli, açık şehir mektupçularının yüzbinlerce sayfalık mirasından, gelişigüzel bir öğüt, dikkatler, inciler, şikayetler seçmesi:

- ‘Her yağmurdan sonra şehrin bütün meydanlarını sular basmasından bıktı usandık.’ (1894)

- ‘Dükkan kiralarının ve vergilerinin artması ve şehrimize bitip tükenmeyen göçler sonucu, jiletçi, simitçi, midye dolmacı, kağıt mendilci, terlikçi, çatal bıçakçı, tuhafiyeci, oyuncakçı, sucu, gazozcudan sonra artık muhallebiciler, kokoreççiler, tatlıcılar , dönerciler de vapurları doldurdu.’ (1949)

- ‘Şehri güzelleştirmek için at arabacılarının tek çeşit elbise giyeceği söylenmişti, bu fikir yerine getirilseydi ne şık olurdu’ (1897)

- ‘Sokaklarda güzel bir kadın gördüğünüzde, ona öldürecekmiş gibi nefretle veya aşırı istekle bakmayın, gözgöze gelirseniz, tatlılıkla bir gülümseyin ve gözlerinizi kaçırıp geçin.’ (1974)

- ‘ Paris’in meşhur Matin gazetesinde şehirde yürüme usülleri hakkında çıkan yazıdan ilhamla, biz de İstanbul’da sokaklarda doğru dürüst yürümesine bilmeyenlere kendi meselemizi hatırlatalım: Sokaklarda ağzı açık yürümeyin.’ (1924)

- ‘Aygaz, patates ve domates kamyonlarının hoparlörleri ve çirkin satısı sesleri şehri cehenneme çevirdi.! (1992)

- ‘Vapurdan veya herhangi bir vasıtadan ilk çıkmak merakının bizde ne kadar ilerlemiş olduğunu bilince, vapur daha Haydarpaşa’ya yanaşmadan atlayanları, ne kadar ‘ilk çıkan eşek’ diye de bağırsak durdurmaya imkan yoktur.’ (1910)

- ‘Sokaklarda, meydanlarda aklımıza estiği, içimizden geldiği gibi değil, Batı’d olduğu gibi trafik kurallarına riayet ederek yürümek bizi bu sokak kargaşasından kurtaracak. Ama bu trafik kurallarını bu şehirde bilen kaç kişi var derseniz, o ayrı mesele…’ (1949)

- ‘Yağmur mevsimi geldi, şemsiyeler maşallah açıldı, ama açık şemsiyenin kenarıyla birbirimizin gözünü oymadan, lunaparklardaki çarpışan arabalar gibi öteki şemsiyelilerle çarpışmadan ve şemsiye görüş açımızı kapadığı için kaldırımlarda serseri mayın gibi onun bunun üzerine üzerine varmadan yürümesini biliyor muyuz acaba?’ (1953)

* İlk olarak pitoresk manzarada bir güzellik olarak keşfedilen hüzün, İstanbulluların kayıp ve yoksullaşma yüzünden daha yüz yıl yaşayacağı hüzne denk düşüyordu.
İngiliz sanat tarihçisi ve yazar John Ruskin, The Seven Lamps of Architecture (Mimarlığın Yedi Lambası) adlı kitabının ‘Hafıza’ kısmında pitoresk güzellik hakkında kafa yorarken, bu çeşit mimari güzelliğin niyet edilmiş, planlanmış asıl klasik güzellikten farklarından birinin onun ‘rastlantısallığı’ olduğunu söyler. Etimolojik olarak ‘resim gibi’ anlamına gelen pitoresk, bu bakış açısına göre, bir mimari manzarada, söz konusu yapıların tasarlanırken düşünülmüş güzellik neden ve merkezlerinden uzakta bir yerde belirir. Ruskin için bu yüzden pitoresk güzellik, beliren sarmaşıklar, otlar, bitkiler ve doğanın diğer uzantılarıyla (dalgalar, deniz, kayalar, hatta bulutlar da olabilir) kaynaşmasından oluşur.  Bir binayı ilk yapıldığı şekilde ve görmemiz istendiği gibi değil, bambaşka bir açıdan ve tarihin bize dayattığı yeni perspektiflerden, bambaşka bir şekilde seyrederken ortaya çıkan rastlantısal güzelliktir söz konusu olan.
Yani Süleymaniye Camii’ne, bütün hatlarını, kubbeden aşağı hacımların zarafetle inişini, yan kubbeciklerinin açılışını, duvarlarının ve boşluklarının oranını, ağırlık kulelerinin ve küçük kemerciklerinin bir müzik parçasında olacağı gibi çıkardığı karşı sesleri, yapının tepeye ve araziye oturuşunu, beyazlığının ve kubbelerindeki kurşunun sadeliğini içimde hissederek baktığımda bu güzellikten aldığım tar, pitoresk bir manzaradan alınan tat değildir.  Çünkü yapılışından dört yüzyıl sonra da olsa, Süleymaniye Camii’ne bakarken, yapıyı hala ilk yapıldığı bütünlük ve amaç içerisinde ve görülmesi istendiği gibi seyrederim. İstanbul’un yalnız siluetinin değil, manzarasının gücü de Süleymaniye’den başka Ayasofya, Yavuz Sultan Selim, Beyazıt gibi şehrin kalbinde yer alan ve selatin camileri (sultan camileri) denen pek çok eski ve güçlü yapının hala ilk yapıldıkları zamanki güzellik fikriyle ışıldamalarından kaynaklanır. Bu yapıların olsa olsa bir sokak aralığından ya da incir ağaçlarıyla kaplı bir yokuştan, denizin ışık oyunlarıyla bir parçası gözüktüğü vakit alacağımız tada, pitoresk bir güzellik diyebiliriz.

Kenar mahallelerin İstanbulluya sunduğu güzellik ise, yıkıntı halindeki şehir surlarında ya da çocukluğumda olduğu gibi, Rumelihisarı’nın ya da Anadoluhisarı’nın duvarları ve kuleleri üzerinde otlar, yeşillikler, sarmaşıklar, hatta ağaçlar bittiği zaman belirir. Bu güzellik daha çok kenar mahalledeki kırık dökük bir çeşme, boyası dökülmüş yarı harap eski bir konak, yüz yıllık bir gazhane binasının yıkıntıları, yarı yıkık bir cami duvarı, iyice eskiyerek siyahlaşmış ahşap duvarlarla sarmaşıkların, çınar ağaçlarının özel birleşimlerinde, rastlantısal olarak ortaya çıkar.

* Yahya Kemal ve Tanpınar ‘fakir ve ücra İstanbul’u’, arka sokaklarda bütün gücüyle yaşayan geleneksel hayatı över, Batılılaşma yüzünden bu ‘halis’ kültür yok oluyor diye dertlenir, bu mahallelerin sunduğu ‘güzel’ görüntülerin tadını çıkarır ve bu mahallelerde bir lonca ahlakı ve çalışma terbiyesiyle yaşayan ‘atalarımız, ecdadımız’ düşüncesini icat edip kabul ettirmeye çalışırken; Pera’da, Yahya Kemal’in ‘Ezansız Semtler’ dediği ve Tanpınar’ın nefrete yakın bir küçümsemeyle bahsettiği, daha konforlu Beyoğlu’nda yaşıyorlardı.

* Ruskin, pitoresk olanın rastlantısallığı yüzünden ‘muhafaza’ edilemeyeceğini ima eder. Zaten manzarayı güzel kılan şeyi mimarinin korunması değil, korunmaması, yıkıntı halinde bulunmasıdır.

* Vapur: Frenkçe su buharı anlamına geliyor.

* Baca dumanları, bitmiş, tamamlanmış dünyaya, tıpkı az sonra resmin bir kenarına kendimi önemseyerek atacağım imzam gibi, geminin vurduğu özel bir mühürmüş gibi gelirdi bana.
                                   
                         Okuduğum tarih: 18 Mayıs 2012

Yazar Hakkında Bilgi= Cevdet Bey ve Oğulları ve Kara Kitap romanlarında anlattığına benzer kalabalık bir ailede, şehrin Batılılaşmış, zengin semti Nişantaşı’nda büyüdü. Otobiyografik kitabı İstanbu’da anlattığı gibi çocukluğundan yirmi iki yaşına kadar yoğun bir şekilde resim yaparak ve ileride ressam olacağını düşleyerek yaşadı. Liseyi İstanbul’daki Amerikan lisesi Robert College’de okudu. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde üç yıl mimarlık okuduktan sonra, mimar ve ressam olmayacağına karar verip okulu bıraktı. İstanbul Üniversitesi’nde gazetecilik okudu, ama bu işi de hiç yapmadı. Pamuk, yirmi üç yaşından sonra romancı olmaya karar vererek başka her şeyi bıraktı ve kendini evine kapatıp yazmaya başladı.

İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları 1982’de yayımlandı. İstanbullu, zengin ve Pamuk gibi Nişantaşı’nda yaşayan bir ailenin üç kuşaklık hikâyesi olan bu roman Orhan Kemal ve Milliyet Roman Ödüllerini aldı. Pamuk ertesi yıl Sessiz Ev adlı romanını yayımladı ve bu kitabın Fransızca çevirisiyle 1991’de Prix de la Découverte Européene’i kazandı.Venedikli bir köle ile bir Osmanlı âlimi arasındaki gerilimi ve dostluğu anlatan romanı Beyaz Kale (1985), 1990’dan sonra başta İngilizce olmak üzere pek çok dilde yayımlanarak Pamuk’a uluslararası ününü sağlayan ilk romanı oldu. Aynı yıl karısıyla Amerika’ya gitti ve 1985-88 arasında New York’ta Columbia Üniversitesi’nde "misafir alim" olarak bulundu. Büyük bir çoğunluğunu burada yazdığı, İstanbul’un sokaklarını, geçmişini, kimyasını ve dokusunu, kayıp karısını arayan bir avukat aracılığıyla anlatan Kara Kitap 1990’da Türkiye’de yayımladı. Fransızca çevirisiyle Prix France Culture Ödülü’nü kazanan bu roman hem popüler hem de deneysel olabilen, geçmişten ve bugünden aynı heyecanla söz edebilen bir yazar olarak Pamuk’un ününü hem Türkiye’de hem de yurtdışında genişletti. 1991’de, Pamuk’un Rüya adını verdiği bir kızı oldu. Aynı yıl Kara Kitap’taki bir sayfalık hikâyeden senaryolaştırdığı Gizli Yüz filme çekildi. 1994’te Türkiye’de yayımlanan, esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli bir genci hikâye ettiği Yeni Hayat adlı romanı en çok okunan kitaplarından biridir. Pamuk’un Osmanlı ve İran nakkaşlarını, Batı dışındaki dünyanın görme ve resmetme biçimlerini bir aşk ve aile romanının entrikasıyla hikâye ettiği Benim Adım Kırmızı adlı romanı 1998’de yayımladı. Bu kitapla Fransa’da Prix Du Meilleur Livre Etranger, İtalya’da Grinzane Cavour (2002) ve İrlanda’da International Impac-Dublin (2003) ödüllerini kazandı. 1990’ların ortasından itibaren Pamuk, insan hakları ve düşünce özgürlüğü konularında yazdığı makalelerle Türkiye devletine karşı eleştirel bir tavır takındı ama siyaset ile fazla ilgilenmedi. Yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli gazete ve dergilere yazdığı edebi, kültürel makaleler ve kendi not defterlerinden oluşturduğu geniş bir seçmeyi 1999 yılında Öteki Renkler adıyla yayımladı. "İlk ve son siyasi romanım" dediği Kar adlı kitabını 2002’de yayımladı. Doğu Anadolu’da, Kars şehrinde, siyasal islâmcılar, askerler, laikler, Kürt ve Türk milliyetçileri arasındaki şiddeti ve gerilimi hikâye eden bu kitap ile yeni tarz bir "siyasal roman" yazmayı denedi. Kar, New York Times Book Review tarafından 2004 yılının en iyi 10 kitabından biri seçildi. Pamuk’un 2003 yılında yayımladığı son kitabının adı İstanbul’dur. Yazarın yirmi iki yaşına kadar olan hatıralarını aktardığı, İstanbul şehri üzerine bir deneme olan, kendi kişisel albümüyle, Batılı ressamların ve yerli fotoğrafçıların eserleriyle zenginleştirilmiş bu şiirsel kitabı sınıflamak zordur. Orhan Pamuk’un kitapları, en son Benim Adım Kırmızı’nın Japonca yayımlanmasıyla birlikte otuz dört dile çevrildi. Alman Yayıncılar Birliği tarafından 1950 yılından beri verilmekte olan, Almanya’nın kültür alanındaki en seçkin ödülü olarak kabul edilen Barış Ödülü, 2005’te Orhan Pamuk’a verildi. Aynı yıl, Fransa’da her yıl en iyi yabancı romana verilen Le Prix Médicis Etranger Orhan Pamuk’un Kar adlı romanına verildi. 2006 Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan Pamuk, bu ödüle sahip olan ilk Türk yazarıdır.

Orhan Pamuk, New York’ta geçirdiği üç yıl dışında, bütün hayatını İstanbul’da aynı sokaklarda, aynı semtlerde geçirdi. Şimdi de doğduğu binada yaşıyor. Otuz yıldır roman yazan Pamuk yazarlıktan başka hiçbir iş yapmadı.

ARKA KAPAK–

İstanbul'da, Orhan Pamuk hem 22 yaşına kadarki kendi hayat hikâyesini, hem de kendi bildiği İstanbul şehrinin ilginç hikâyesini bir roman tadıyla birleştirerek okura sunuyor. Pamuk'un kendini "ben" olarak ilk hissedişinden, annesine, babasına, ailesine yönelen hikâye, bir hüzün ve mutluluk kaynağı olarak İstanbul sokaklarına açılıyor. Günümüzün büyük romancısının gözünden 1950'lerin İstanbul sokaklarını, parke taşı kaplı caddelerini, yanıp yıkılan ahşap konaklarını, eski bir kültürün yok oluşuyla, onun külleri ve yıkıntıları arasından bir yenisinin doğuşunun zorluklarını keşfederken Pamuk'un ruhsal dünyasının oluşumunu bir dedektif romanı okur gibi hızla izliyoruz... İstanbul'un siyah beyaz hüznünü araştıran bu benzersiz eserde, okurken elden bırakamadığımız ve dönüp dönüp yeniden okuyacağımız kitaplara has o ruh ve duygu birliği var.

‘ Sayın Orhan Pamuk, İstanbul’u Dsotoyevski’nin St. Petersburg’u, Joyce’un Dublin’i ve Proust’un Paris’i gibi dünyanın her köşesinden okurların kendi hayatlarını yaşar gibi tanıyıp, bir ikinci hayat sürecekleri vazgeçilmez bir ebedi şehir yaptınız!’
İsveç Akademisi Daimi Sekreteri Horace ENGDAHL

16 yorum:

  1. kitap okumayı seven birisi olarak hiç orhan pamuk kitabı okumadım, gariptir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bazen bazı yazarlarla buluşamayabiliyoruz:)

      Sil
  2. Kara Kitapta çok zorlanmıştım, post modern edebiyatı anlamadaki yetersizliğim yüzünden...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kara Kitap'ı okumadım. Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'ni bitirdiğimde 4. kitabını da tamamlamış olacağım.
      Daha önce Yeni Hayat, Kar, yeni biten İstanbul'u okudum. Masumiyet Müzesi'de bitmek üzere:)

      Sil
  3. Pamuk un bütün kitaplarını sevdiğimi söyleyemem ama bunu sevmiştim.alıntıları görüncede anımsadım sayende.teşekkür ederim...sevgilerle...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de okuduğum 4 kitabı için de en çok İstanbul'u sevdim. Bir de ilk okuduğum kitabı Yeni Hayat'ı sevmiştim. Gerçi ilk başlarda zorlanmıştım, bir türlü ilerlemiyordu, kitap elimde haftalarca kaldı ama sonra nasıl oldu bilmiyorum sevdim:)
      Sevgiler.

      Sil
  4. Yanıtlar
    1. Okuduğum Orhan Pamuk kitapları içinde en çok bunu sevdim. Umarım sen de seversin canım:)

      Sil
  5. bu tarz kitapları okuyamıyorum çok sıkılıyorum
    Orhan Pamuktan sessiz evi okumuştum ve sıkılmıştım ,tarzım değildi sanırım
    ama tabi herkes aynı değil zevkler farklıdır, bu tarz severler için kitap paylaşımların çok güzel bir şey seni taktir ediyorum
    çok çok teşekkürler canım
    öpüyorum sevgiler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sessiz Ev'i okumadım canım.
      Ama İstanbul'u gerçekten çok beğendim. Belki de doğduğum şehri anlatıyor olması beni daha çok etkiledi, o da olabilir. Aynı yazarın her kitabı aynı tadı da vermiyor çoğu zaman. Mesela Masumiyet Müzesi'nden aynı derecede etkilendiğimi ve hoşlandığımı söyleyemeyeceğim ama müzeyi çok merak ediyorum:))
      Sevgiler canım.

      Sil
  6. Yine harika bir yazı hazırlamışsın Okuyancım, ellerine sağlık, ben bu kitaba bayılmıştım, Orhan Pamuk'un ilk aşkı beni çok etkilemişti, kitabın sonunda ağlamıştım:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Erencim ilgin için çok teşekkür ederim. Ben de çok severek okudum bu kitabı. Kitap hakkında aynı duyguları paylaşıyor olmamız ne güzel.
      Sevgiler:)

      Sil
  7. Orhan Pamuk kitaplarını okumayı biraz zorlayıcı bulurum, kolay kitaplar değildirler. Ama içlerine girdiğinizde alır götürür insanı. Okumuştum bu kitabını, yaptığın alıntılarla daha iyi hatırladım..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yeni Hayat ve Masumiyet Müzesi'nde biraz zorlandım ama Yeni Hayat'ı çok beğenmiştim. Kar ve İstanbul ise çok rahat okuyup, keyif aldığım kitaplarıdır.
      Sevgilerimle canım.

      Sil
  8. orhan pamuk kitaplarında 1950-1960 yıllarındaki istanbul,u o kadar güzel anlatıyorki çocukluğumu ve laleli,aksaray vefındıkzade de yaşadıklarımı anımsıyorum.şimdiki istanbul ile alakası bile yok.iyi ki istanbulu istanbul iken yaşamışım.saygılar

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Haklısınız, anlatımındaki detaylar da çok güzel. Yorumunuz için teşekkür ediyorum.
      Sevgiyle kalın, daima...

      Sil